İslam’ın Kanıtsız Dönemi
Ahmet DURSUN
Bu derlemenin konusu olan "İslam’ın Kanıtsız
Dönemi" ya da "İslam’ın ilk dönemlerindeki İslami
kaynakların yokluğu", çeşitli İnternet sitelerindeki yazılardan
birleştirilerek oluşturulmuştur.
İslam’ın içinden çıktığı toplumların gerçek tarihini doğru
olarak bilmenin mümkün olmadığı; gerçek İslam tarihinin bilinmesinin önündeki
en büyük engelin İslam’a atfedilen tarih olduğu; bu tarihi, İslam'ın kendisi ve
Muhammed hakkındaki bilgilerin sadece İslam'ın kendisinden kaynaklandığı öne
sürülmektedir.
Yine klasik İslam tarihine göre Muhammed'in yaşadığı dönemde
tüm Arabistan Yarımadası’nı ve 4 halife döneminde de Anadolu'nun neredeyse
yarısını, Mısır'ı, İran'ın tamamını ele geçirmiş olan İslam devleti ve onun
ideolojik, siyasal ve toplumsal dinamizmini yaratan İslam dini ile ilgili "tarafsız" herhangi
bir belgenin, kaynağın olmayışı (en azından şimdilik ortaya çıkmamış
olması) bu dönemi savunmayı zorlaştırmaktadır.
Gerçek İslam tarihi, mevcut İslam tarihini destekleyen veya
reddeden kanıtlarla karşılaşılmadıkça kanıtlamayacaktır. İslam’ın kanıtsız
dönemi için; "o dönemde yazı var mıydı?" diye sorulabilir.
Ancak anılan komşu ülkelerde yazılı belgelerde İslam’dan söz edilmemektedir.
Tarih, ülkelerdeki karşılıklı belgelerle yazıldığından, İslam’ın ilk 150
yılı için kanıt yokluğunun, yokluğun kanıtı olarak kabul edilmek durumunda
kaldığı söylenebilir…
Yöntem olarak, 9., 10. Yüzyıl’da ortaya çıkmış olan İslam
Literatürünün etkisinde kalmayarak ve sadece elde bulunan eşzamanlı tarihi
belgelere dayanarak konunun irdelenmesi ve eleştiriyle tartışmaya açık bir
derleme yazısının ortaya çıkması amaçlanmıştır.
Elde bulunan kaynaklara ulaşma, dil ve tarih konusunda bilgi
yetersizliği gibi sorunlardan dolayı, elbette açık kalmış birçok konu
bulunuyor. Bunu garipsememek gerek, çünkü İslam tarihinde, özellikle de Erken
İslam zamanında (7. Yüzyıl’ın başları) karanlıkta kalan çok fazla konu mevcut.
Bu derleme yazısında yararlanılan kaynaklar hadis veya hadis
derleyicilerinin kitapları ve inançlar değil, tarihi kanıtlardır. Derlenen
yazılarda şimdiye dek Muhammed'in yaşadığı döneme -570 ile 632 yılları arasına-
ait hiç bir tarihi kanıt bulunamadığı dile getirilmektedir.
Bu konu, on dört başlıkta irdelenmektedir.
İslam dinine mensup olduğu söylenilen imparatorlukların ilk
iki yüzyılları içerisinde, Kuran hariç, literatür niteliğinde hiç bir tanık bırakmadığı
söylenebilir. Muhammed dönemini anlatan tarihi belgelerden elde olanlar
hicretten 150 - 200 yıl sonrasına aittir. Ancak bu dönemde de Kur’an’ı
destekleyen hiçbir maddesel kanıt bulunamadığı kaydedilmiştir. Ayrıca 693’te
Kudüs’te yapılmış olan Kaya Kubbesi (Kubbetüs Sahra) üzerindeki yazıtların,
elde bulunan en eski Kuran kodekslerinden daha eski olduğunu ve yazıtların bazı
cümlelerinin Kuran’da da geçtiği belirtilmektedir. 9. Yüzyıl’dan (Hicri 3.
Yüzyıl’dan) itibaren ama bol miktarda dini biyografik ve tarihi materyal
oluşuyor.
02. İslam Literatürünü
Destekleyen Dış Kaynak Var mı?
İslam’ın erken tarihi ve peygamberi Muhammed hakkında
bilgilerin kaynağı sadece söylentiden ibaret İslami literatür olduğu
belirtilmektedir. Bunun dışında Erken İslam ve Muhammed hakkında eşzamanlı
tarihi bilgiler bulunamadığı ve İslam literatürünün içerdiği bilgileri
destekleyen eşzamanlı ve dış kaynaklı tarihi kaynaklara ulaşılamadığı da
söylenmektedir.
Kur’an’ı destekleyen belgelerin bulunamamasından ötürü
Kur’an; hem İslam tarihi hem de Muhammed’in yaşamı konusunda tarihi kaynak
kabul edilememektedir. Çünkü Kur’an’da Mohammad kelimesi sadece dört yerde
geçer ve bunların sadece birisinde Arap peygamberi ifade edilir. Kur’an’da
sadece bir yerde Mekke Vadisi geçse de, ne veya nerede olduğu hakkında somut
bir ip üçü bulunmaz. Dört yerde Medine kelimesi geçse de, "Yesrib
şehri" (şimdiki ismi ile: Medine şehri) anlamında mı, yoksa sadece
Medine kelimesinin karşılığı olan "şehir" anlamında mı
kullanıldığı belli değildir. Arap Yarımadası hakkında ise Kur’an’da hiç bir
bilgi bulunamamıştır.
Arap peygamberi Muhammed için "bilgi" içeren
ilk eserler yukarda verilen hadis derlemeleri ve biyografilerdir. Geleneksel
İslam Tarihi ise Teberi’nin "Tarih" kitabından ibarettir.
03. İslam Tarihçilerinin
Tanıklığı
Geleneksel İslam tarihinin iddiasına göre Muhammed 570 ile
632 yılları arasında yaşamıştır.
Fakat bu verinin kaynağı olan ve adları yukarda belirtilen
eserlere baktığımızda, hemen göze batan bir nokta var: Bu eserlerin yazarları
Muhammed’den 200-300 yıl sonra yaşamıştır. Tek başına bu gözlem dahi,
Muhammed’in yaşam tarihini sorgulama için yeterli bir neden gibi görünmektedir.
Bizans'ın arşivlerinde de o döneme ait kayıtlara da
rastlanılmamıştır. Kim, ne zaman, hangi amaçla bu söylentileri derledi,
bilinmiyor. Bilinen tek şey bu söylentileri destekleyen tarihi belgelerin
olmamasıdır.
İslam tarihini yazan ilk Müslüman tarihçilerin ne zaman
doğup ne kadar yaşadıklarını ve eserlerini incelemeyi hiç düşündünüz mü?
Onların yaşamı geleneksel İslam tarihinin nasıl yazıldığına ışık tutacağından
çok önemlidir. İlk Müslüman tarihçilerden Ürwah ibn Zubayr'den, Al-Zuhri'den
Al-Madaini'ye, Baladhuri'ye, Al-Müsabbihi'ye Al-Safadi'ye, Nizamüddin Ahmad'a
kadar İslam tarihini yazan 66 tarihçiden hiç birisi gerçek anlamda bilimsel bir
yapıt ortaya koymamıştır. Muhammed dönemini anlatan el yazmalarından elde
olanlar hicretten 150-200 yıl sonrasına aittir.
a) Bu eserlerin asılları yoktur.
Bulunan el yazmalarıysa ancak, eser sahiplerinin ölümünden
yüzlerce yıl sonra, başka kişilerin el yazmaları olarak günümüze kadar
gelebilmiştir. Yani elimizde bulunan en eski el yazmaları; orijinal
eserlerin (eğer gerçekten var idiyseler) kopyalarının kopyalarının
kopyalarının... kopyasıdırlar. Bu kopyalama esnasında sık sık yapılan yazım
hataları değiştirmeler, eklemeler, çıkarmalar konusunda ise henüz bilimsel bir
araştırma inceleme mevcut değildir.
Yazılanların hiç birinin bazı kanıtlara ve kendilerinden
önce yazılan belgelere dayandırıldıklarının en ufak bir kanıtı bulunamamıştır.
Tarihçi olarak bilinen bu yazarların öncüleri halk arasında kulaktan kulağa
dolaşmakta olan efsaneleri tarih adına kaydetmiş ve daha sonra gelenler onları
gerçek olarak kabul etmiştir. Bunun sonucu olarak kuşkulu İslam tarihi
çıkmıştır.
Muhammed biyografileri Kuran’da geçen bazı imaları alır,
süsler, püsler ve masalımsı bir dil ile efsaneler anlatır. Anlatılan efsane
içindeki tarihi bilginin ise; önce efsanenin çerçevesinden süzülmesi gerekir
ki, yine de tutarlı bir bilgi edinmek çoğu zaman mümkün değildir.
İsmi geçen biyografiler bize ancak 9. ve 10. yüzyılın
yazarlarının, kendi zamanları içindeki İslam ve Muhammed görüşünü yansıtabilir.
Fakat kendi zamanlarından 200-300 yıl önceki olaylar için kaynak olamazlar. En
azından birincil kaynak olamazlar.
Yorumları okurken hemen akla takılan sorular bolca. 9./10.
YY’in geleneksel İslam tarihini objektif kabul ederek yine geleneksel İslam
tarihini destekler nitelik de yorumlamalar: Bir yazıda "gemi" geçiyorsa
hemen belli bir deniz savaşı, nerde bir"rahatsızlık" geçiyorsa
hemen bir iç savaş yorumları... Ama bunların hiç birisi orijinal dokümanlarda
geçmiyor.
Ama en önemlisi yorumların hiç birisinin, yazıtın tarihi ile
içeriğinin tarihi arasındaki çok uzun zaman aralığına dikkat edilmemesi. Her
tarihçinin bildiği basit bir konu, yüzyıllar süresince çoğaltmalarda
/kopyalamalarda/ alıntılarda devamlı"tamamlamalar", "düzenlemeler" yapılır.
Bunlar çoğaltanın/kopyalayanın "bilgi
durumuna" denk gelir. Diğer bir nokta ise tercümanların "bilgiçliği".
Mesela bir yazıda geçen "sarazen"i veya "ismaili"yi"Müslüman" diye
çevirmeleri.
c) Muhammed Hakkında İlk Kitap
İslam’ın kurucusu Muhammed Mustafa hakkında oldukça
ayrıntılı biyografi(ler) vardır.
Doğumu yaşamı, eşleri, çocukları ve hatta günlük yaşamı
ayrıntıları ile bilinir gözükmektedir.
Ancak ilginç olan bu ayrıntılı biyografinin onun ölümünden
153 yıl sonra vefat eden İbni İshak'ın Kitab-ül Megazi adlı eserine
dayandırılmasıdır. Daha da ilginci Kitab-ül Megazi'den ibni Hisam (??? -
829/834) vasıtasıyla haberdar olmamızdır. Güçlü bir sözel aktarım geleneğine
sahip Arap kültüründe bu, anlaşılır bir şey" denilebilir.
04. Tarih, Karşılıklı Belgelerle
Yazılır…
Zamanın Bizans kaynaklarında da yeni bir dine rastlamak
mümkün değil. Köyün çobanı anlamına gelen Arap(lar) ya "vassal" (confoederati
= Küreys) olarak adlandırılıyordu ya da rakip (düşman) olarak. Ama yeni bir
dinin adı geçmiyordu. Diğer taraftan İslam tarihine göre 7. Yüzyıl’dan önce
dahi Hıristiyanlar, İslami Arap egemenliği altında yaşıyordu. Ancak bu görüş,
Hıristiyan literatürle çelişmektedir.
Çünkü 8. Yüzyıl’a dek bu bölgede yaşayan Hıristiyanlar, hem
yaşamlarından dolayı hem de misyonerlik görevlilerince, geriye yeteri kadar
literatur bıraktı. Bu literatürde ama "İslam egemenliği
altındaki" Hıristiyanlığın durumu geçmiyor. Belki literatur türleri
bu duruma bir açıklık getirebilir: teolojik etütler, vaizler, mektuplar,
kronolojiler, kilise raporları, filozofik yazılar vs. Eğer bütün bu yazılar
İslam egemenliği altında oluşsaydı, zamanın durumuna ayna tutması gerekirdi.
Sözgelimi monoteletişmuş ve monoenergetişmuş vs. konusunda şevkle konuşmayı,
tartışmayı seven rahip ve piskoposların –ki bazılarının ömrü yollarda geçmiş-
bütün Hristiyanlığı tehdit eden, yörenin ve zamanın egemenleri tarafından
propagandası yapılan yeni bir dinden söz etmemesini anlamak mümkün değil.
Muhammed önce İsa için mi
kullanılıyordu?
"En erken bu zaman diliminde, 8. Yüzyıl’ın sonlarında,
9. Yüzyıl’ın başlarında, bir Arap peygamberi için bir hayat hikayesi, bir
biyografi uydurma / yazma denemeleri başlamış olabilir. Önceleri İsa için
kullanılan Muhammed terimi, nihayet Arap peygamberi Muhammed olarak Arap
Yarımadası’nda Dünya’ya gelip arz-ı endam edebilir hale geldi. Kaçan balık
büyük olur misali, bu Muhammed etkinliğini 7. Yüzyılın başlarında göstermiş
olmalıydı.
10. Yy’dan kalma Muhammed
biyografisi yok
Biyografilerinin, hadis derlemelerinin, tarih kitaplarının
istisnasız hepsi 9. ve 10. Yüzyıl’a tarihlenmiş durumda. Fakat elimizde 9. ve
10. Yüzyıl’dan kalma herhangi bir Muhammed biyografisi de bulunmuyor.
Biyografilerin 9. ve 10. Yüzyıl’da yazılmış olduğu bilgisi, 9. ve 10.
Yüzyıl’dan yüzyıllar sonrasının eserlerinin verileri. Fakat bu eserlerin bu
bilgilerinin gerçekliği hakkında herhangi bir bilimsel araştırma henüz mevcut
değil.
9. ve 10. Yüzyıl’da büyük bir tarihselleşme /
tarihselleştirme akımı başlamış olmalı. Pes peşe eserler ortaya çıkıyor: Halk
arasında bilinen hikâyeler Muhammed’e bağlanıyor, yeni hikâyeler
uyduruluyor."
Hayali Muhammed Dünyası mı?
Muhammed figürü etrafında uydurulan bu hayali Dünya’nın
zenginliğine (Muhammed’in akrabaları, eşleri, cariyeleri, sahabeleri,
arkadaşları, raviler, maceraları, savaşları, kervan baskınları, hadisleri vs.)
bakarsak, bu kadar olayı tek bir insanın, tek bir insan ömrü süresi içinde
yaşamış olması imkânsız. Bu insan peygamber dahi olsa, bu mümkün değil. Bu
hayati yaşamak için, muhtemelen 10 veya daha fazla insan hayatı kadar bir süre gerekli.
Bu zengin hayal dünyası bize, zamanın Araplarının
tarihselleşme/tarihselleştirme çalışmalarına ne kadar önem verdiklerini
gösterdiği gibi, kendilerine kimlik arama çalışmalarının bir kompleks duygusuna
dönüşmüş olduğunu da gösteriyor.
05. Tarihselleştirme Çabaları
Günümüzde de Devam Ediyor mu?
Günümüzde, internet ortamında dahi yeni hadisler uyduruluyor
ve zincirleme maillerle Müslüman âlemine duyuruluyor. Kuran’da nerede bir
peygamber, elçi, sen vs. gibi terimler geçiyorsa, parantez içinde Arap
peygamberinin ismi olan Muhammed kelimesi ekleniyor.
(Hadisler ve hadisçiler
sorgulanıyor…
Kur’an, tanrıyla kulu arasına girilmesine / din adamlarına
izin vermez. Herkes kendi hesabını vermeyecek midir? Öyleyse, müminlerin günlük
yaşamlarına müdahale eden sözde din adamlarının tanrıyla kulu arasında işi ne?
Kur’an dışı din mi yaratılmıştır? O hadislerle mi bireysel din olan İslam, 71
mezhep ve tarikatla hoca denilen din adamlarının var olabileceği Hıristiyanlık
benzeri toplum dinine döndürülmüştür?
Hadislerin, yarattığı "hoca" denilen
sözde dinen makbul kişiler kadar müminlerin günlük yaşamlarına müdahale
edilmesine de zemin oluşturduğu söylenebilir. Dinen"hangisi caizdir", "hangisi
günahtır"
gibi günlük yaşamda atılacak her adım, din adamlarından sorulmaktadır; "Şöyle
oturacaksın", "böyle adım atacaksın", "Senin
yerine ben düşünürüm.", "Ne istediğin hakkında ben karar
veririm.", "Şu partiye oy vereceksin.". Müminlerin yatak
odalarına bile girip, bir biyolojik etkinlik olan kadın -
erkek çiftleşmesinde, nasıl sevişileceğine de onlar karar
vermektedir. Böylece sözde dini soruların aslında tüm yaşamın muhatabı olmanın,
bu din adamlarına siyasal iktidar için, mücadele etme zeminini sağladığı
söylenebilir mi?)
06. Arkeolojik Kanıt Bulunabildi
mi?
Problemlerden biri de Kur'an'da bahsi geçen kıssalarla
ilgili olayları doğrulayan hiçbir arkeolojik kanıtın bulunamamış olmasıdır ki
bu da son derece tuhaftır... Bu, Musa-Firavun öyküsüne benzemektedir. Mısır
uygarlığı her şeyi kaydetmesine rağmen ortada tek bir yazılı doğru dürüst
Musa-Firavun öyküsü bulunamamıştır... Kur'an (aslında Tevrat) kıssaları ile
ilgili benzer Sümer taş yazıları mevcuttur ama sadece halk masalları ve
inanılması zor çok tanrılı efsanelerden ibaret görünmektedir…
07. Pers ve Bizans Kaynakları
Bahsediyor mu?
İslam’ın ilk iki yüzyılı için elimizde hiç bir tane
eşzamanlı İslami literatür bulunmamaktadır.
Eşzamanlı Pers ve Bizans kaynakları da Arap Yarımadası’nda
ortaya çıkmış yeni bir peygamberden veya yeni bir dinden bahsetmez. Maalesef bu
basit ve temel gerçek, İslam Tarihi’ni konu edinen eserlerde dile getirilmez.
Dile getirildiğinde ise, önemsenmez, göz önüne alınmaz.
08. Hristiyan Literatüründe
Muhammad (= Seçilmiş / Övülmüş)
Havarilerin İşleri 13,17: İsrail halkının babaları Tanrı
tarafından seçilmiş bir halk.
Pavlus Mektupları, Romalılar 8,33: İsa’ya inananlar
seçilmişlermiş.
Jesaja 42,1 Tanrı, "Tanrının hizmetçisine" "seçtiğim" diye
hitap eder.
Lukas 9,35: Bulutlardan gelen ses İsa’ya "seçtiğim
oğul" diye hitap eder.
Lukas 23,35: Başkalarına yardım etmiş olduğu için çarmıhtaki
İsa ile dalga geçerler: eğer seçilmiş ise, Tanrının Mesihi ise, kendine yardım
ede..
Psalm 118, 26: İnşaat işçileri tarafından ise yaramaz
gerekçesiyle kullanılmayan bir taş, köşe taşı olur. Tanrı mucizesi diye sevinen
millet söyler: Tanrı adına gelen o övülsün..
Markus 11,9: İsa Kudüs’e girerken millet bağırır: Tanrı
adına gelen o övülsün..
Markus 14,62: Büyük keşiş İsa’yı sorguya çeker: Sen büyük
övülesinin oğlu Mesih misin? İsa cevap verir: O benim.
Büyük övülesi’nin oğlu İsa da elbette övülesidir, Tanrı
tarafından seçilmiştir ve Tanrı’nın hizmetçisidir. Arapçası ile söylersek: İsa,
Abdül Melik’in Muhammad’ıdır,Abdül Melik’in abd Allah’ıdır.
09. İslam Literatürü Dışında
Kalan Kaynaklar Tanık Olabilir mi?
İslam Literatürü haricinde günümüze kadar gelebilen
kaynaklar şunlardır:
a) Yahudi ve özellikle
Hıristiyan kaynakları.
Yedinci yüzyılın Hıristiyanları sadece Çin’e kadar
misyonlarını yayıp kiliseler, manastılar yapmakla kalmadı, günümüze kadar
ulaşabilen literatür de bıraktı: Kronikler, mektuplar, vaizler, konsey
kararları, apocalypseler, mezhepler arası tartışmalar vs. Bu konuda bir
araştırmanın Türkçe tercümesi (henüz tamamlanmamış hali ile) burada veya şurada
mevcut. Bu araştırmadan da anlaşılacağı gibi, yazarlarının birçoğu Orta Doğu’da
yaşadığı halde, eşzamanlı Hıristiyan literatüründe, yani 7. yüzyılda, Erken
İslam’ın ve Muhammed’in izine rastlamak mümkün değil. Bu literatürde Arap Yarımadası
da bulunmamaktadır.
Eğer 7. Yüzyıl’da yeni bir din ve bunun peygamberi ortaya
çıkmış olsaydı, Ortadoğu’da yaşayan Hıristiyan yazarları, sadece mezhep
tartışmaları ile yetinmez, bu yeni din ile de tartışmaya girmez miydi?
Bu eserlerde bölgede Araplar egemendir, onlardan İsmaililer
ve Sarazenler diye bahsedilir.
Az da olsa bir Arabiya’dan bahsedilir. Fakat bu Arabiya ile
Arap Yarımadası değil, ya Mezopotamya bölgesi kastedilir, ya da Bizans’ın
provincia Arabia’sı olan Kızıldeniz’in çevresi.
İsmaili ve Sarazenlerin inançlarına değinildiğinde ise, bu
inanç sistemi bir Hıristiyanlık mezhebi olarak eleştirilir. Yani bölgeye hâkim
olan Araplar Hıristiyan’dır.
b.1. Ürdün’de Gadara Kaplıcaları’ndaki Muaviye’nin yazıtı.
Tarihi 664.
b.2. Mısır’da Fustat’da (şimdi Kahire’nin bir parçası) bir
köprü üzerindeki yazıt (691).
b.3. Kudüs’de Abdül Melik tarafından 693’de yaptırılan Kaya
Kubbesi’nin içinde ve dışında bulunan yazıt.
b.4. Yine Abdül Melik tarafından, Şam-Kudüs yolu yapımında
dikilmiş olan bir kaya üzerindeki yazıt (695).
b.5. Şam’da İ. Velid tarafından yaptırılan mabet üzerindeki
yazıt (708) (Şimdiki ismi: Emevi Camisi).
b.6. Suriye’de, Humuş yakınlarında Qasr al-Hayr üzerindeki
yazıt. Muhtemelen Hisam tarafından 732’de yazdırılmış.
b.7. Medine’de mabetdeki (Şimdiki ismi: Peygamber Camisi)
yazıt (757).
Bu yazıtlara göre 750 yıllarına dek Ortadoğu’da ne bir
İslam’dan, ne de onun peygamberi olduğu iddia edilen Muhammed’den söz edilebilir..
10. Sikkelerde Hristiyanlık
Literatürünün Tanıklığı
MHMT kelimesi ilk olarak 661’de basılmış olan bir sikkede
geçer. MHMT Aramice yazılmış.
Bu sikke İran’ın güney doğusundaki Zaranj’da (Şimdi
Afganistan’da, İran-Afganistan sınırında) bastırılmış. Parayı kimin bastırdığı
ise yazılı değil. Bu sikke Berlin’de Berliner Sammlung der Kallıgraphie’de
bulunuyor.
Aramice kökenli Muhammed sözcüğünün bu zamana dek bilinen
anlamı:"övülesi","övülmüş", ‘seçilmiş’ demektir.
Üzerinde MHMT yazan sikkeler iki ayrı bölgede ortaya
çıkıyor. Bunlardan birisi İran’ın kuzey doğusunda, şimdiki Türkmenistan ve
Afganistan bölgelerinde. Bu sikkelerde MHMT kelimesi abd Allah ve kalifat Allah
ile beraber kullanılıyor. Bu program daha sonraları Abdül Melik tarafından
bastırılan sikkelerde de mevcut. Abdül Melik’in sikkelerinden, kendisinin
Merv’den geldiğini de anlıyoruz. Merv Hazar Denizi’nin doğusunda, eski İpek
Yolu üzerinde bulunan bir şehirdir.
Diğer MHMT sikkeleri ise MHMT ile beraber walı Allah
programını kullanıyor ve güney doğuda, Kırman ve civarlarında bastırılıyor.
MHMT yazdıran ve ismi bilinen ilk kişi Abdül Melik’tır.
Sikkelerin tarihlerinin sıralamasına bakarsak, doğudan batıya doğru bir
sıralama görürüz. Öyleyse, Abdül Melik bu paraları doğudan başlayarak batıya
doğru ilerlerken bastırılmıştır.
Sikkelerde Arap Yarımadası ile
ilgi bulunamıyor
Bu zamana dek bastırılmış olan sikkelerin hiç birisi, Arap
Yarımadası ile ilgili değildir.
Sikke bastırmak en az iki noktaya açıklık getirir: Bir
yönetici kudret sahibinin varlığını ve on yıllar öncesinden başlamış olan ve
hala süren bir dini programın ve/veya bir dünya görüşünün ve/veya bir politik
programın varlığını. Bu programın başlangıcı, 7. Yüzyıl’ın başlarına ve daha da
öncelerine kadar uzanabilir. Yani iddia edilen Muhammed zamanından daha
öncelerine kadar dahi uzanıyor olabilir.
Bölgede yüzyıllardan beri Süryanice konuşulduğu göz önüne
alındığında, MHMT kısaltması
MHMD olarak okunduğunda "övülmüş, övülesi" anlamına
geliyor ve lehçelerde"mehmad", "mahmed" diye
okunuyor.
641’den beri gayet açık bir biçimde Hıristiyan sembollerinin
kullanıldığını bildiğimizden, 661’den itibaren kullanılan MHMT ve muhammad
sembollerinin İsa’yı gösterdiği söylenebilir.
MHMT/MHMD "muhammad" halinde
Arapçalaştırıldı
Özellikle Abdül Melik zamanında ve yönetiminde uygulanan
Araplaşma çalışmalarında MHMT/MHMD "muhammad" halinde
Arapçalaştırıldı. Bunu 681 yılından itibaren bastırılmış olan bir kaç parada
görebiliyoruz. Bu paralarda hem Pehlevi yazısıyla MHMT geçiyor hem de Arapça "muhammad".
Suriye bölgelerinde, kısa süre sonraları, MHMT kelimesi kayboluyor ve yerine
Arapça yazı ile Arapça bir terim olan muhammad kelimesi kullanılıyor.
Abdül Melik’in bazı sikkelerinde "peygamber
Musa" yazdırdığını da bildirmekte yarar var.
"Mahmed" olarak kullanımının bir süre daha
devam ettiği belli. Çünkü 750 yıllarında olmuş olan Samlı Johannes (Johannes of
Damaşcenüs), Mamed (Yunanca okunuşu Mamed) isimli bir sanal peygamberden söz
ediyor.
Bazan ahmed / ahmad kullanılıyor
Araplaşma, arapçalaştırma süresince MHMT’in HMT ve HMD hali
ile "Ahmed","Ahmat" olarak kullanıldığın düşünmek
de mümkün. Özelllikle teolojik alanda. Mesela Siyer "Ahmed"i "Muhammad" ile
eşanlamlı kullanıyor. A. Sprengeri’in "Das Leben und die Lehre des
Mohammad nach bisher grosstenteils unbenützten Quellen"kitabındaki
gözlemine göre, 9. Yüzyıl’a kadar ahmed/ahmad ile mohammad isimlendirmeleri
arasında bir gidip gelme var.
Bazan ahmed/ahmad kullanılıyor bazan mohammad.
641’den beri gayet açık bir şekilde Hıristiyan sembollerinin
kullanıldığını bildiğimizden, 661’den itibaren kullanılan MHMT ve muhammad
sembollerinin İsa için kullanıldığını söylemek doğru olur.
Bu "övülen"," övülmüş olan", "seçilen", "seçilmiş
olan", yani muhammad, İsa’dan başka birisi değil. Bunu Abdül Melik’in
Kudüs’te, 693’te yaptırmış olduğu Kaya Kubbesi’nde de görebiliriz.
(693 yılı Araplara göre 72. yılı ifade ediyor. Bu 72
sayısının mistik bir anlamı vardır düşüncesi hemen akla geliyor.)
Bu sikkelerin üzerinde; a) Bir veya daha fazla hac
işaretleri, b) Hristiyan liderlerinin resmi, c)Yahya’nın kafası, c) Güvercin,
d) Balık, e) 5 ve 7 kollu yahudi şamdanı, f) Palmiye vardır.
Diğer bir anlam Volker Popp kaynaklı. Popp’a göre, Sami
dillerinden ola ve M.Ö. 13.-14. Yüzyıl’a uzanan Ugaritçe’de MHMT "seçilmiş," "seçilen",
anlamına geliyordu. Süryaniceye bu anlamı ile geçtiğini de düşünebiliriz. Orta
İran lehçelerinde (=Pehlevi dili = Orta Farca) "mehmet", "mahmat" olarak
kullanılıyordu.
Eşzamanlı tarihi iz bulunamıyor
Muhammed ve peşinden gelen dört halifeye dair para ve bu
kişilerle ilgili eşzamanlı tek bir tarihi iz bulunamamıştır. Sikkeerde bulunan
bu semboller de, Ortadoğu’da yaşamış Hıristiyanların verdiği literatür ile
örtüşmektedir: 8. Yüzyıl’ın ortalarına dek Abdül Melik’in yönetimindeki
devletin inancı İznik Konseyi öncesi Hıristiyanlığı olarak görünmektedir. Adı
bilinen ilk dönemlerindeki sikkelerde, Muaviye zamanında da olduğu gibi, Abdül
Melik’in sikkelerinde de İsa ismi geçmiyor. MHMT, MHMD veya Muhammad yani
Aramice seçilmiş / övülmüş yazsa da, semboller sikke sahibinin Hristiyan
olduğunu açıkça belirtiyor. O zamana dek bastırılmış olan sikkelerin hiç
birisi, Arap Yarımadası ile ilgili değildir.
Bu süre içinde bölgede ne bir İslam dini mevcuttur ne de
onun peygamberi olduğu iddia edilen bir Muhammed.
11. Kur’an’ın tanıklığına
başvurulduğunda…
Kuran’ın oluşum süresini anlatan eşzamanlı literatür mevcut
olmadığından, ancak elde bulunan para, yazıt ve yazmalardan sonuçlar
çıkarabiliriz.
İslam araştırmacılarının çoğunluğuna göre Kur’an 650’li
yıllarda Osman tarafından bir kitap haline getirildi ve diğer bütün kaynaklar
(taşlar, kemikler, yapraklar vs.) imha edildi. Sözcük anlamı da "Bir araya
getirilmiş+ sözler ya da kitap (o tarihlerde ne kastediliyorsa.) demektir.
Ama bunlar iddia edilirken çok önemli bir kaç nokta göz ardı
ediliyor:
a) Bu bilgilerin kaynağının
hepsi en erken 9. ve 10. yüzyıl.
b) 7. Yüzyıl’a ait elimizde
Kur’an bulunmuyor.
c) Parçalar halindeki en
eski Kur’an sayfaları 8. Yüzyıl’ın başlarına tarihlenmiştir.
Kuran’ın içeriğine örnek olan en eski tarihi kalıntı olan
Sana Kodeksleri 926 ayrı el tarafından yazılmış, 12 000’den biraz fazla
sayfadan oluşuyor. Hepsi parşömen olan bu sayfaların hepsi tam bir sayfa
olmadığı gibi, toplamı da tüm bir Kuran’ı oluşturmuyorlar. En eski parşömen
710-715 yılları arasında yazılmış. Diğerlerinin yazılış tarihi ise 8. Yüzyıl’ın
başlarından 10.
Yüzyıl’ın ikinci yarısına kadar uzanıyor.
Eldeki Sana Kodekslerine bakarak şunu söyleyebiliriz: 7.
Yüzyıl’ın sonuna dek, kitap halinde olup, şu an elimizde bulunan Kur’an’a
eşdeğer bir Kur'an henüz mevcut değildi. Kur’an çok sonraları ortaya çıktı.
Tıpkı Yeni Ahit’in de iddia edilen zamandan çok sonraları ortaya çıkmış olması
gibi. Ama Kur’an ve Yeni Ahit arasında önemli bir fark var. Yeni Ahit çeşitli
bilimsel yöntemlerle (mesela textual criticizm, higher criticizm vs. )
incelenmiş olduğundan, hangi zamanlarda yazıldığını, hangi süreçlerden
geçtiğini, kısacası; oluşumunu takip etmek yeterince mümkün. Fakat Kur’an için
bunu henüz söyleyemeyiz. Kur’an için benzer bilimsel yöntemler Mekki ve
medinevi süreleri diye isimlendirilen ayrım hariç henüz uygulanmış değil.
Ki bu ayırım da, bir yere kadar, yine 9. ve 10. Yüzyıl
eserlerindeki bilgilere dayanıyor.
İslam kendi tarihini anlatınca
Diğer tarihi konularda hiç bir tarihçinin kabul edemeyeceği
bütün bu sorunlara rağmen, İslam bilimlerinde geleneksel İslam anlatımının
günümüzde dahi hala yaygın olması elbette şaşılası bir durum. Bunun nedenleri
şunlar olabilir:
a) Kur’an’ın Muhammed’in
ağzından döküldüğü ön kabulü.
b) 9. ve 10. Yüzyıl eserleri
göz ardı edildiğinde, Kuran’ın içeriğinde çok çok az tarihi, bölge yer ve
biyografik bilgilerin bulunmasının sorun oluşturması.
c) Tembellik. 9. ve 10.
yüzyılda ortaya çıkan çok sayıda eserin içeriğinin zenginliğinden kaynaklanan
tembellik ve ağaçlardan ormanı görememe olgusu.
ç). O zamanlardan günümüze kadar gelebilmiş eşzamanlı
tarihi kalıntıların azlığı ve bunlardan sonuçlar çıkarmanın zorluğu.
693’te Kudüs’te yapılmış olan Kaya Kubbesi (Kubbetüs Sahra)
üzerindeki yazıtların, elde bulunan en eski Kuran kodekslerinden daha eski
olduğunu ve yazıtların bazı cümlelerinin Kuran’da da geçtiğini biliyoruz.
Bu yüzden Kuran’ın öncüllerinin de olduğunu tahmin edebiliriz. Fakat bu
öncüllerin ne olduğunu, ne üzerine yazılmış olduğunu, kapsamının ne kadar
olduğunu bilmediğimiz gibi, hangi dilde yazılmış olduğunu dahi bilmiyoruz.
12. Heraklios’un Tanıklığı
O zamanların tarihini tekrar yapılandırmak için eşzamanlı
çokça sikke ve bir kaç tane yazıt mevcut. Bunlar, kısıtlı da olsa, o zamanın
olaylarını belgelendiriyor. Sikkelerin çoğunluğu yapıldıkları yeri bildiriyor
ve tarihlidirler. Tarihler başlangıçta bazen yerel sayımlara, kısa süre sonra
ama "Araplara göre". Muaviyenin Arap sayımına göre 42 (MS 663)
yılında Galilede tamir ettirdiği Gadara Ilıcalarında bulunan ve bir haç
işaretiyle başlayan bir yazıtta üç tane tarihleme belirtiliyor: Bizansların
vergi yılına göre, Şehrin tarihine göre ve "Araplara göre".
Buradan anlaşılan "Araplara göre" birinci
yıl 622 yılı olup Güneş Yılına göre sayılıyor.
622 yılı neden bu kadar önemliydi?
Bu yıldaki bir Hicret ancak 9. yüzyılın kaynaklarında
geçiyor. Daha önceki yıllarda Şaşanı Kralı Chasrau II Pers İmparatorluğunu
genişletebilmişti. Bizans İmparatorluğu’nun doğu bölgelerini fethetmişti:
Fırat’ın batısında Suriye’yi, Filistin, Anadolu’nun büyük bölümünü, Arap
Yarımadası’nı ve Mısırı. Bizans Imparatorluğu artık kendi bölgesinden kovulmuş
gözüküyordu. Ama gelişmeler beklenilenden değişik oldu: Genç Bizans Kralı
Heraklios 622’de Perslere karşı beklenilmeyen bir zafer kazandı. Bunu, Şaşanı
Krallığı’nın kısa süreli olmasına neden olan diğer askeri başarıların
başlangıcıydı.
Heraklios’un Küreyşlileri
Hearklios bu zaferi, kendi tarafına çekebildiği, hem batı
Suriye hem de İran Krallığında uzun süredir yerleşik Araplardan oluşan
birliklerin yardımıyla kazanmıştı. Bu başarısına rağmen tekrar ele geçirdiği bu
eski Roma bölgelerini doğrudan kendi hükümranlığı altına almadı kontrolünü
bölgedeki, kendilerini Confoedereti (Arapça Quraisch) (C.N.: Küreys) olarak
gören
Arap yöneticilerine teslim etti. 622 yılı, önce Roma
İmparatorluğunun doğu bölgelerinde,
Arapların kendi yönetimlerinin ve Arap zaman sayımının
başlangıcı oldu.
İkinci bir durağı ise 641 yılı temsil ediyor. İki olay
önemliydi: Heraklios tarafından zayıflatılmış olan Pers İmparatorluğu
parçalandığından Fırat’ın doğu tarafında yaşayan Arap kabileleri hükümranlığı
ellerine geçirebilmişlerdi. Aynı sene içinde Bizans’ta Heraklios olmuş, eşi ve
oğlu yeni kral tarafından sürülmüşlerdi. Heraklios ve ailesine sadık olan eski
Bizans bölgeleri
Arapları artık kendilerini krala bağlı hissetmeyip bütün
hükümranlığı üslendi.
Bu yeni suvaranlığın sembolü olarak 641’de ilk sikke
çıkarımı başladı. Bu sikkelerin motifleri Hıristiyanlığın etkisinde: Hac, uzun
haçlarla krallar veya yanlış anlaşılmaya yer vermeyen başka semboller.
Anlaşılan o ki, yeni semboller kullanmak için neden yoktu. Önce doğuda daha
sonra eski Pers İmparatorluğunda hüküm süren Arap kralı Muaviye idi. Bir
Hıristiyan hükümdarı. Hangi Hristiyanlık akımına bağlı olduğu bilinmiyor.
Hoşgörülü birisi olması gerek.
Çünkü Suriye Hıristiyanları tarafından da övülüyordu. Doğu
Suriye Patriği Isoyaw III (ölümü 659) "Din huzur içinde ve çiçek
açıyor.".
Arapların Hristiyan Motifli
Sikkeleri
Şimdiye dek bilinen ve üzerinde MHMT yazan ilk sikke "Araplara
göre" 38 yılında (MS 659),
Mezopotamya’nın uzak doğusunda bastırıldı. Aniden bu
parolayla çıkarılmış sikkeler, hem coğrafya olarak hem zaman olarak doğudan
batıya yayıldılar. Anlaşıldığına göre, geleceğin
Abdülmelikinin geçeceği rota üzerinde, doğudan başlayıp
Mezopotamya’da, Filistin’de ve
Kudüs’te bastırılmaya başlandı. Batıya geldiğinde, göze
çarpan yerinde MHMT yazan çok dilli sikkelerin kenarlarında muhammad açıklaması
bulunmaya başladı. Kısa süre sonra ise bu zaman kadarki MHMT yerini muhammad’a
bıraktı.
Kim bu muhammad? Aramice kaynaklı sözcük, Arapçada da
"yüceltilen/övülen (benedictus)
veya "yüceltilesi/övülesi" anlamına
geliyor. Hristiyan sikke motiflerinde İsa için kullanılan bir sıfat. Bu anlama
tarzı 69’de Abdülmelik tarafından yaptırılmış olan Kubbetüs Sahra’nın yine
kendisi tarafından içine yerleştirtilmiş olan yazıt tarafından da
destekleniyor. Bu tek ve benzersiz Tanrı’ya tanrıcılık tapınması başlıyor ve
eski Hıristiyanlık inancı çerçevesinde devam ediyor; "Övülesi
(muhammad[un]) Tanrı kulu/hizmetçisi (‘abd allah) ve onun elçisi (...).
Çünkü Mesih İsa, Meryem’in oğlu, Tanrının elçisi ve
sözüdür.". Bu, Kur’an’ın önermesine de denk geliyor.
Kubbetüs Sahra’nın içi düzlenmemiş. Ziyon Dağı’ndaki,
kayanın tepesini çatı gibi örtüyor. Bu ise Suriye teolojisinde, mesela
Aphrahat’a göre (ölümü 345) bir İsa sembolüdür: "Şimdi kaya üzerinde
belirtilen dine ve kaya üzerine kurulu binaya kulak verin(...). İsa,
peygamberler tarafından kaya diye adlandırılan (...)." Artık
Abdülmelik’in sikkelerindeki hac motifleri yerini kaya gibi İsa motiflerine
terk etmeye başladı. Bizans ve Suriye Hıristiyanlarından farklı olan bir Arap
krallığı işareti/sembolüydü.
Muhammad, İsa’dan Kopuyor
Muhammad başlangıçta, -‘abdallah sıfatı (Tanrının kulu /
hizmetçisi), peygamber, elçi, Mesih gibi – bir Hıristiyan unvanıydı. Daha
sonraları ama mümammad ilgili olduğu İşadan koptu ayrıldı. Bunu iki diğer iki
gelişme ile gözetlenebilir: 707/708 yıllarında Şam’da yapılan Mescidel-
Emeviyye’nin ve 756’da Medine’de kurulan Kutsal Mabed’in
yazıtları Kubbetüs Sahra’nınki ile formel (biçimsel) yapı olarak benzer: Tek
olan Tanrı övüldükten sonra muhammada,
Tanrının kulu/hizmetçisine ve elçisine şehadet edilir. Ama
Kubbetüs Sahra’da olduğu gibi İsa,
Meryem’in oğlu, açıkça anılmaz. Kudüs’teki teolojiyle benzer
olsa da, doğrudan İsa ile ilişkili değildir. Benzer olgu sikkelerde de
mevcuttu. Onların kaya sembolleri, mesela hac işaretlerinde olduğu gibi, artık
açıkça Hıristiyanlık olarak göze çarpmıyordu. Muhammadın mihenk noktası artık
yoktu.
Muhammad Hıristiyanlığı ve Kur’an hareketinin başlangıcı
ama, sikkelerin tanıklığına bakıldığında, Mezopotamya’nın uzak doğusundan
kaynaklanıyor. Buna temeli Eski Suriyece (Aramca / Aramiçe) olan sözlerin /
önermelerin yazı biçimlerine işaret ediyor.
Mekke’de Yapılan İlk Sikke 8. Yüzyıl’ın ikinci yarısından 9.
Yüzyıl’ın başına kadar bu zaman süresi için de kaynaklar az.
Çok bölgeler – zaman zaman – "Merkez" ile
az bağlı veya bağlı olmasa da, Arap egemenliği artık yerleşiyor. Sikkelerin ve
yazıtların üzerindeki semboller apokaliptik programlardan çıkmış izlenimi
veriyor. Buna paralel olarak, günlerin bittiğinde ortaya çıkacak olan
kurtarıcıyı
(İsa) atıflayan Hıristiyanlıktan motiflenmiş mehdi
düşünceleri ortaya çıkıyor. 9. Yüzyıl literatüründe sayılan, fakat sikkeler
tarafından desteklenmeyen, mesihi adlandırmalar halifelerin isimleri olarak
yorumlanıyor. Bu sembolik terimler kişi adları mı yoksa bu adlandırmaların
arkasında anonim hükümdarlar mı yatıyor? 8. Yüzyıl’ın sonunda ilk olarak
Mekke göze çarpıyor. Mekke’de yapılan ilk sikke hicri 203
tarihli peşinden hicri 249 ve 253
tarihliler geliyor. Nihayet bu zaman civarında İslam kendi
ayakları üzerinde duran bir din olarak ortaya çıkıyor.
13. İlk Arap Emirliklerinin
Tanıklığı
Heraklios 622’de, Ermenistan’da, persleri tam bir bozguna
uğratır. Bizans’ın o günkü durumuna bakılırsa, bu, beklenmeyen bir zaferdir.
Muhtemelen bu zaferden önce, kesinlikle ama bu zaferden sonra Heraklios’un Arap
yardımcıları, yandaşları mevcuttur. Bizans bunları foederati diye isimlendirir.
Aramiçesi qarama, Arapçası ise quraish. Siyer’in Muhammed’in kabilesi diye bize
tanıtmak istediği, fakat aslında Heraklios’un İranlı ve Suriyeli foederati’leri
küreys’leri, kısacası yandaşlarıdır ilk Arap Emirlikleri. Bu emirliklerin
kabilelerinin isimleri elbette ki Küreys değildi. Tabi bunlar tek bir kabile de
değildi. Küreys teriminden, bir Arap kabilesini değil, Heraklios’un
yandaşlarını anlamalıyız.
Bu yandaşların kim olduklarını tahmin etmek kolay: Pers
egemenliği altında yaşayan Hıristiyanlar.
627’de Ninive’de Persler yine
yenilir. Chosrau II (Hüsrev II) kaçar. Tahttan düşer ve öldürülür.
Heraklios Hüsrev’in oğlu ile eski sınırların geçerli olduğu
bir anlaşma yapar. Persler Bizans topraklarından çekilir. Heraklios için bu
savaş yeni topraklar edinme amaçlı değil, dini bir savaştı. İlk haçlı seferi de
diyebiliriz.
Heraklios; Bizans, Ortadoğu ve Mısır kiliselerini bir araya
getirmek için uzun süre uğraşsa da başaramaz. Nihayetinde Ortadoğu’dan ve
Mısır’dan çekilir. Persler ve Bizans’ın yokluğu ile bölgede oluşan otorite
boşluğunu artık Bizans’ın foederatileri / küreysleri doldurmaktadır.
İlk Arap paralarında Hıristiyan sembolleri var
Yaşamı süresince Heraklios’a minnettar olan Arap emirleri (=
küreysler, Bizans’ın yandaşları)
Heraklios’un öldürülmesinden sonra (641) bu sadakati
bitirir. Ve kendi başlarına sikke bastırmaya başlar: İlk Arap sikkeleri. Bu ilk
sikkelerde bol bol Hıristiyan sembolleri vardır:
Hac, balık, palmiye, Yakup’un kafasının saklandığı kutu vs.
Birçoğunun kimler tarafından bastırıldığını bilmesek de, Muaviye adına
bastırılmış olan sikkelerde Hıristiyan sembolleri ile bezenmiştir.
Bu sikkelere ve Muaviye’den günümüze kadar gelmiş olan
ittifaklara bakarak, bu dönemde
İran ve Suriye’de Hristiyanlığın hâkim olduğunu,
yönetenlerin ve yönetilenlerin çoğunluğunun Hıristiyan olduklarını saptamak
kolay.
14. İslami Kanıt Neden
Bulunamıyor?
İlk 150 yıl komşuların tarihi belgelerinde İslam ve Muhammed
hakkında bir tek kanıt bulanamıyor. Araplarda da mı yoktur? Çünkü "Henüz
neşir Arap'lar tarafından keşfedilmemiştir. Okuryazar oranı yüzde 1-2
civarındadır. Kitap yazma geleneği yoktur. Kâğıt yoktur. Okur olmayınca yazar
da olmaz. Yazar olsa bile ortaya çıkacak yapıt bir söylenti olmaktan
kurtulamaz" denilmekle tarihi kanıt bulunamaması durumu açıklanabilir
mi? Böyle bir açıklama tarihi ve yazılmasını reddetmek değil midir?
İslam tarihini yakından inceleyenler yörede yaşayan
Hristiyan ve Yahudi kabilelerde yazılan eski eserlerden İslam tarihi hakkında
bir şeyler elde etmeye çalışmıştır. Bazı papazların yazdıkları bireysel anılar
ile tarihsel olguları açıklamaya çalışmak son derece yetersizdir.
Günümüzde yapılanlar bunlardır. Sadece Muhammed değil, ilk
dört halife oldukları iddia edilen, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali hakkında
Bizans'ın arşivlerinde de o döneme ait kayıtlar ve bir tek belge bulunamadı.
Bahsedilen tarihsel süreç içerisinde Sasani devletinin İslam
akıncıları tarafından yıkıldığını bu nedenle Sasaniler’e ait kaynakların da yok
edildiği varsayılsa bile İstanbul’un fethi ile son bulan Bizans
İmparatorluğu’nun kayıtlarında yeterli doygunluğu verecek kadar belgenin
elimizde olması gerekmez miydi?
Genişlemesini Bizans İmparatorluğu’nun topraklarının
fethedilerek küçülmesi ile sağlamış görünen bu yeni güç hakkında neden en erken
8. Yy başlarında kayıtlara rastlıyoruz? Tüm 7.
Yy ’da olup bitenler üstelik de kendi aleyhlerinde olduğu
halde Bizans kayıtlarına girmemiş olsun ki? İlk elden Müslümanlarla karşılaşmış
olan Kudüs kilise örgütlenmesi, daha kuzeyde yazılı bir geleneği sürdüren
Süryani kilise ve kültürü neden tarihe hiç bir kayıt düşmemiştir?
Gerçek İslam tarihi, mevcut İslam tarihini destekleyen veya
reddeden kanıtlarla karşılaşılmadıkça kanıtlamayacaktır. Tarih, ülkelerdeki
karşılıklı belgelerle yazıldığından,
İslam’ın ilk 150 yılı için kanıt yokluğunun, yokluğun kanıtı
olarak kabul edilmek durumunda kaldığı söylenebilir…
********
Aynı konunun kaynaklar bazında
işlenmesi.
K.H.Ohlig: İslamın Ortaya Çıkışı ve Erken Tarihi
Avrupa'da Müslüman nüfusun artışı ve bu artışla beraber
Avrupalıların İslam yaşam biçimiyle kendi topraklarında tanışmış olmaları
Avrupalı bilim insanlarının, araştırmacılarının İslam dinine merakla dolu
eleştirel bir tutum almalarını kaçınılmazlaştırdı. Daha fazla araştırmacı,
tarihçi ve bilim insanının "dışarıdan" islama bakmaları ve
yüzyıllardır alıştıkları bilimsel yöntemlerle
İslam'ı mercek altına almaları ilginç olguların ortaya
çıkmasını tetikleyecek demekti, nitekim de öyle oldu.
İslam'la büyümüş dünyaya bakış açısı geleneksel olarak
islamla şekillenmiş bizlerin kolaylıkla gözünden kaçabilecek ilginç sonuçlara,
ayrıntılara ve kanıtsız gerçekler diyebileceğimiz ön kabullerimize kısaca sağ
duyumuza ters olgulara ulaşmaları çok sürmedi.
Klasik islam tarihi Muhammed Mustafa'nın hayatı, peygamber
oluşu ve vahiyle aldığı ayetlerle oluşturulmuş Kuran gerçekliği ile başlar, en
yakın "müritleri"
olan 4 halife dönemi, Emevi hanedanlığı ve bu hanedanlığın
anti-tezi Abbasi
İmparatorluğu ile devam eden tarihsel bir süreci anlatır. Ve
tabi ardından tarih sahnesine çıkan Türkler ve Osmanlı İmparatorluğu ile devam
eder.
İslamın kurucusu Muhammed Mustafa hakkında oldukça ayrıntılı
biyografi(ler) vardır. Doğumu yaşamı, eşleri, çocukları, ve hatta günlük yaşamı
ayrıntıları ile bilinir gözükmektedir. Ancak ilginç olan bu ayrıntılı
biyografinin onun ölümünden 153 yıl sonra vefat eden İbni İshak'ın Kitab-ül
Meğazi adlı eserine dayandırılmasıdır. Daha da ilginci Kitab-ül Meğazi'den ibni
Hişam (??? - 829/834) vasıtasıyla haberdar olmamızdır. Güçlü bir sözel aktarım
geleneğine sahip Arap kültüründe bu anlaşılır bir şey" denilebilir.
Ama yine klasik islam tarihine göre Muhammed'in yaşadığı
dönemde tüm Arabistan Yarımadasını ve 4 Halife döneminde de Anadolu'nun
neredeyse yarısını, Mısır'ı, İran'ın tamamını ele geçirmiş olan İslam devleti
ve onun ideolojik, siyasal ve toplumsal dinamizmini yaratan İslam dini ile
ilgili "tarafsız" herhangi bir belgenin, kaynağın olmayışı
(en azından şimdilik ortaya çıkmamış olması) bu savunmayı zorlaştırmaktadır.
Bahsedilen tarihsel süreç içerisinde Sasani devletinin islam
akıncıları tarafından yıkıldığını bu nedenle Sasanilere ait kaynakların yok
edildiğini düşünsek bile İstanbul'un fethi ile son bulan Bizans İmparatorluğu
kayıtlarında yeterli doygunluğu verecek kadar belgenin elimizde olması gerekmez
miydi?
Genişlemesini Bizans İmparatorluğunun topraklarının
fethedilerek küçülmesi ile sağlamış görünen bu yeni güç hakkında neden en erken
8.yy başlarında kayıtlara rastlıyoruz? Tüm 7.yy'da olup bitenler üstelik de kendi
aleyhlerinde olduğu halde Bizans kayıtlarına girmemiş olsun ki? İlk elden
Müslümanlarla karşılaşmış olan Kudüs kilise örgütlenmesi, daha kuzeyde yazılı
bir geleneği sürdüren Süryani kilise ve kültürü neden tarihe hiç bir kayıt
düşmemişlerdir?
Bu özet yazıda Ohlig'in sonuca ulaşmayan ancak sorular
sorarak cevaplar bulmaya çalıştığı İslam tarihinin yeniden kurgulanmasını
düşündürecek çalışmalarını öğreneceğimizi umuyoruz.
İslam’ın Ortaya Çıkışı ve Erken
Tarihi
İslam bir milyardan fazla inanırı ile dinamik büyüyen bir
dindir. Kendisini Tanrı tarafından gönderilen, rivayete göre 570- 632 yılları
arasında Arabistan
Yarımadasında yaşamış olan Muhammedin (muhammad) kurduğunu
belirtir.
Onunölümünden sonra başarılı bir askeri ve dini tarih
başladı. Yayılmacı savaşcıları bulundukları bölgedeki iki büyük imparatorluğa,
-Bizans ve Sasani (Pars) İmparatorluğu- karşı koyabildi. Bir kaç on yıl
içerisinde hakimiyeti bütün Yakın Doğudan Hindistan sınırına kadar erişebildi.
Mısır ve Kuzey Afrika fethedildi, İspanya’ya ve Güney Fransa’ya kadar erişildi.
Bu operasyonlar, Muhammedin politik önderliğini takip eden
halifeler tarafından yönetildi: Önce (661 yılına kadar) sonradan Dört Halife
olarak adlandırılanlar tarafından, sonra 750 yılına kadar, başkenti Şam’a
taşıyan
Emeviler tarafından. Ve nihayet 8. yüzyılın ortalarından
itibaren ise Bağdat merkezli Abbasiler tarafından.
Muhammed öğretisini sözlü olarak bildirdi. Bunlar
dinleyiciler tarafından hafızalarda tutuldu, kemiklere ve hurma yapraklarına
kaydedildi. İslami rivayete göre bu materyallar üçüncü halife Osman (Othman,
Uthman) toplatıldı, Zaid ibn Thabit’in başkanlığında bir komisyon tarafından
650-656 yılları arasında, yani Muhammedin ölümünden 18-24 yıl sonra bu gün
elimizde bütün olarak bulunan haline getirildi Halife Osman geri kalan tüm
versiyonları yasakladı. 1925 yılında
Kahirede basılan Kuran'ın (Kahire Kuranı), -ki Kuran
tefsirlerinin temelini oluşturur- Osman’ın Kuranına denk geldiği iddia edilir.
Batı Kuran araştırmaları bu güne kadar hala müslüman
geleneğini takip ediyor.
Hans Zirker bu ortak görüşü şöyle formüle ediyor: "İncil
ile karşılaştırıldığında Kuran kısa ve homojen bir oluşum süresine sahip. (…)
Muhammed'in ölümünden yaklaşık 20 yıl sonra kitap haline geldi. Bu günküler
onun bir kopyasıdır. Vahiylerin, Muhammede gönderildiği şekliyle otantik olarak
Kurana girdiğinden, bir kaç istisna haricinde, müslüman olmayan bilim
adamlarının dahi şüphesi yok."(1)
Rudi Paretin fikri de bu yöndedir: "Kurandaki
bütün ayetler içinde herhangi bir tanesinin dahi Muhammed tarafından dikte
edilmediğini kabul etmek için bir nedenimiz yok."(2)
Müslüman geleneğinin benzeri olan batılıların bu ortak
görüşün temellerini hiç bir tarihci kabul edemez. Arap peygamberi Muhammed
hakkındaki "bilgiler" ilk olarak dört"biyografik
eserde"mevcut. Ki bunlara ancak 9. ve 10. yüzyılın başlarında
erişilebiliyoruz. Sonuncusu ise, Tabari’nin Yıllıklar’ı, Arapların yayılması,
imparatorlukları ve halifelikleri hakkında sözlü iletileri içeriyor.
Bu "biyografiler" efsanevi materyal
sunuyorlar: "Gerçek tarihi kalıntı çok az.
Kurandaki imalar yardımıyla dallandırılıp
büyütülüyor."(3) Her şeyden önce Muhammed ve İslamın başlangıcına dair
görüşler, Muhammedden ikiyüz-üçyüz yıl sonra ortaya çıkmış olduğundan, bunlar
ancak 9. ve 10. yüzyılın yazarlarının düşüncelerine şahitlik yapabilirler ama,
çok geride kalan bir zaman için kaynak değiller.
Muhammedin ölümünden sonraki iki yüzyıl için eşzamanlı
islami edebi yazı mevcut değil. Bu durum genellikle bildirilmiyor. Josef van
Ess bir istisna.
İslamiyetin 2. ve 3. yüzyılını üzerine altı ciltlik
araştırmasında, İslamın birinci yüzyılı hakkında elde sadece bir kaç sikke ve
yazıttan başka bir şey bulunmadığından dolayı bu yüzyılı incelemeye almadığını
belirtiyor. "Aynı sorunları" tesbit ettiği halde 2.
yüzyıldan başlıyor. (4) Karşı taraf olan
Bizanslılar da arapların yeni bir dini temsil ettiklerini
belirtmiyorlar.
İslam Hâkimiyeti Altında Hıristiyan Literatürü
Ama Arap hâkimiyetindeki hıristiyanlar – Suriyeliler,
Yunanlılar, Mısırlılar – bu iki yüzyılda sadece manastır ve kliseler kurup Çine
kadar misyonerlik yapmadılar. Geriye zengin bir literatür de bıraktılar:
Kronikler, mektuplar vaizler, ruhani kararlar, apokalipsler (Ç.N.: kıyamet
tavsirleri). Her şeyden önce de teolojik eserler. Ama bunlar genellikle günlük
işlerle ilgiliydi: hıristiyanların kendi aralarında tartışmaları,
Chalkedonier’ler Monophisitler’e karşı,
Monerget’ler Monothelet’lere karşı, Suriyani hristiyan
görüşü, Yunanlı hıristiyan görüşüne karşı vs.
Bu yazılarda çok seyrek olsa da ara sıra yeni Arap
egemenliğinden söz ediliyor.
Arap sözcüğünü pek kullanmıyor, çoğunlukla, "islam
öncesi" zamanlarda da olduğu gibi, ya Sarazen (çadırda yaşayanlar,
haydut, göçebe) diye adlandılıyorlardı ya da 4. yüzyıldaki Hieronimusdan beri
alışıldığı gibi – ki zamanında kainat hakkındaki"bilgiyi" temsil
ediyordu – İsmali’ler veya
Haceri’ler diyorlardı (Genesis 16’ya dayanarak, İbrahim’in
Hacer’den olan oğluİsmail’in soyu anlamında).
Bunlardan Genesis "çölde" oturanlar diye
bahseder (Gen. 21, 9 – 21; 25, 12 –18) . Bazan "Arabistan" ile
de ilşkilendiriliyorlardı, ama bununla Arap
Yarımadasını değil, Mezapotamya'daki Arabistan'ı veya 106
yılnda Roma'lılar tarafından fethedilen, Şamdan Kızıldeniz'e kadar uzanan
Nabataer Bölgesini (provincia Arabia) kastediyorlardı. O zamanda yaşayanlar bir
İslam yayılmacılığından/işgalinden bahsetmezler. "Arap" hükümdarı
Muaviye zamanında Arap Hükümdarlığını överlerken, Abdulmelik zamanından bir yük
ve Tanrının bir cezası gibi bahsediyorlardı. Apokalipsler de daha da ileri
gidip ancak beklenilen Deccal hükümdarlığı tarafından aşılabilecek bir
kötülükler toplamından bahsediyorlardı.
Arabların yeni bir dininden ise hıristiyan kaynaklar
bahsetmiyorlar. Nadir hallerde, özel bir Tanrı anlayışından bahsediliiyor:
Tanrı birdir ve benzersizdir/ortaksızdır ya da isevi anlayışta olduğu gibi, İsa
Tanrının oğlu değildir. Bu yüzden olsa gerek, babası uzun yıllar yönetimde yer
almış olan,
Araplar'ı iyi tanıyan Şamlı Johannes (ölümü 750 civarı)
İsmali’lerin dinini hıristiyanlıkdan sapanlara (Ç.N. bir hristiyan mezhebi
anlamına da gelebilir)dahil ediyordu.
İznik Konsili öncesi Kuran'ın süryani teolojisi.
İznik konsili öncesi süryani teolojisi Kuran'ın temel
önermeleridir. Kuran'da muhammed terimi sadece dört defa bulunmakdadır.
Bunların sadece birisinde sonraları eklenmiş bir bölümünde, kesinlikle bir arap
peygamberi kastedilir.
Kuran'da İsa 24, Meryem 34, Musa 136, Harun 20 sefer anılır.
Kuran'ın teolojisi doğru tanrı anlayışı ve hristiyanlık noktalarına
odaklanmıştır. Sık sık, Tanrının tek olduğu, benzersiz/ortaksız olduğu
vurgulanır. Yani Tanrı İkiliksiz,
Üçlüksüzdür (DMA: Üçlü Birlik= teslis). Mesela 112. surede
vurgulanır: "1 De ki: O tekdir, 2 dört dörtlük Tanrıdır(?), 3
doğurmadı, doğurulmadı.. 4 kimse ona eşdeğer/benzer değildir." İsa
için, Tanrının oğlu olmadığı, mesih, kul/hizmetci elçi ve peygamber olduğu
söylenir. Mesela sure 4, 171: İsa mesih, Meryem'in oğlu, sadece Tanrının
elçisidir, Meryem üzerinden size ulaştırdığı (Tanrı’nın)
sözü ve onun (Tanrı’nın) ruhundandır. (...). Tanrı tekdir
(...) çocuk sahibi olmakdan (münezzehdir) ."
Bu teoloji ve hristiyanlık yeni bir şey değil. Tersine eski
süryani hristiyanlığı tarafından temsil ediliyordu. Kuzey Suriye Teolojisinde "monarhianizm"in
öğretildiği biliniyor. Devlet iktidarına dayanan unitarist, monoteist bir
öğreti.
Dinamik monarhianizme göre, İncil’deki Tanrının sözü ve
Tanrı’nın ruhu önermeleri, tek ve aynı Tanrı’nın etkilerinin dışa yansımasının
işaretleri,
Tanrının kuvvetleri olarak anlaşılması gerekiyor. Buna göre
İsa bir insandır.
Etiklik yönünden kendisini diğer insanlardan daha fazla
ispatlayan bir insan.
Onun peşinden gidenlerinde yine kendilerini
ispatlayabilecekleri, ispatlamak zorunda oldukları düşüncesi. Bir antiochenisch
(Ç.N.: Antakya usulü?)
liyakat/yararlılık (Ç.N.: kendini ispatlama, çile çekme,
çileye dayanma anlamına da gelebilir) hristiyanlığı.
Havari Babaları isimli kutsal metinler listesi en eski tanrıya
yakarış yazmalarından oluşur. Bunlardan birisi, 2. yüzyılda Suriye’de yazılmış
olan
Didache (Ç.N. 12 havarinin öğretisi) İsa’yı "Tanrı’nın
kulu/hizmetcisi" olarak isimlendirir. Diğer birinde, Martyrdom
of Polycarp’da ise Tanrı, "bu sevilmiş ve övülmüş kul/hizmetci
İsa’nın babası" olarak anılır (Aynı isimlendirme 97
yılında Roma’da yazılmış olan Clemens’in birinci
mektubunda da geçer.). Tanrı anlayışı bu gelenkte monarhistdir: İsa "sadece" Tanrı’nın
bir kulu/hizmetcisidir(6).
Fırat yakınlarında Samotadaki piskopos Paul (ölümü 272),
İsa’nının Tanrı’lığını reddediyor ve ekliyordu "Eğer Tanrının Oğlu
bir Tanrı olmuş olsaydı Tanrılar bunu bildirirlerdi"(7). Paul’un öğretisi;
İsa bize eşit bir insan , ama üzerindeki "rahmetinden dolayı" "her
yönüyle daha iyi" bir insan(8).
Yunan Kilisesinde ise İsa’nın Tanrının Oğlu olduğu, Tanrı
sözünün yeniden doğuşu olduğu görüşü hükmediyordu ve 325 yılında, İznik Kararları
ile resmileştirildi: Oğul "Tanrıdan bir Tanrı, ışıkdan bir ışık,
gerçek Tanrıdan bir gerçek Tanrı, doğurulan, yaratılmayan"dı, daha da
ileri giderek "babaya eşdeğer"di.
Fırat’tan Hindistan’a kadar uzanan Pers Hükümdarlığındaki
kiliselerin büyüğü olan Doğu Süryani Kilisesi, Roma İmparatorluğu’ndaki bu
tartışmalara katılmıyordu. Önun öğretisi İznik Konsili öncesinin teolojisi idi:
Tanrı tekdir (hükümranlık sadece ona aittir). İsa onun elçisi, kulu/hizmetcisi,
peygamber ve mesihdir. Ancak 410 yılında, baskıyla, sasanilerin başşehri
Seleukia-
Ktesiphon’da (bugünkü Bağdat yakınında), kendisini otonom
bir kilise görmesine rağmen, ruhani meclisinde İznik Konsili karalarını kabul
etti. Tanrıya eşdeğer olan Tanrıoğlu düşüncesinin Doğu Süryani Kilisesinde
yayılabilmesi çoğu bölgelerde 6. yüzyıla kadar sürdü.
Mesela Suriye teoloğu olan Aphrahat’ın (ölümü 345 yılında)
İznik
Kararlarından haberi yoktu. „Tanrılığın kutsal ismi, Tanrıya
layık adaletli insanlara da verildi. Tanrı sevdiği insanlara „oğullarım"
„arkadaşlarım" diye hitap etti." Örnek olarak Musayı, Süleymanı,
bütün İsrail Halkını gösteriyordu.
„Onu (İsa’yı) biz Tanrı diye adlandırdık. Onun (Tanrı’nın)
Musayı kendi adıyla isimlendirdiği gibi.(9)" Yani Aphrahat’ın görüşüne
göre de İsa Musa’dan daha fazla veya değişik bir şekilde Tanrı’nın Oğlu
değildi.
Peki ama bu eski Suriye teolojisi Doğu İran'da nasıl daha da
güçlenerek ayakta kaldı, korundu? Pers Hükümdarları, Partlar ve Sasaniler,
Tevratta tanıdığımız
Asurların ve Babilonların sürgün geleneğini devam
ettirdiler. Fırat nehri sürekli olarak Roma İmparatorluğuna sınır olarak kalsa
da, Akdenize kadar uzanan kısa süreli fetih savaşları ve peşinden şehir
halkının sürgün edilmesi sık sık oldu.
Sürgün edilenler,-ki içlerinde hıristiyanlar da vardı-
doğuda çok uzaklara yerleştirildi Bir seferinde Antakya'nın tüm şehir halkı
(10).
241 yılında, Dicleden kuzeye, Fırat'a kadar uzanan Arabiya
krallığının Dicle yakındaki başşehri Hatra da Sasanilerin eline geçti. Bura
halkı ve daha fazla halk grupları Arabiyadan sürülerek doğuda çok uzaklara
yerleştirildi. Tahminen
Marvda (bugünkü güney Türkmenistan) yaşamaya zorlandılar.
Bunların arasındaki aramanlılar, belki arap hıristiyanları da, yeni
yurtlarında, izole edilmiş durumlarıyla, eski hıristiyanlık geleneklerine devam
edip geliştirdiler.
Sonraları Pers İmparatorluğundaki doğu Suriye büyük klisesi
İznik Kararlarını zamanla da Roma İmparatorluğunun başka kararlarını kabul
etmiş olsa da bunlar (Ç.N.: sürgünler) soylarının getirdiği Hıristiyanlığı
korudular. Kuran geleneğinin Suriye başlangıcını o zamanın sürgünlerinde aramak
gerekir.
Doğu İrandan kaynaklanan Kuran öğretileri, en azından temel
oluşturan bir bölümü, batıya erişti. Abdulmelik, -ki kendisi Marv'lıdır- ve
oğlu Velid zamanında devlet doktrininini oluşturup Arapçaya çevrildi. Kuranın
Allah önermelerinin çoğunluğunun"teklik" olması böylece
anlaşılımış oluyor, çünkü
İznik'in kutsallık ruhuna pek değinmiyor. Sadece Kuranın
sonraları ortaya çıkan ve seyrek bazı yerleri Üçlü Tanrı düşüncesine karşı
çıkıyor.
Kuranın Allahı eski Suriye Hristiyanlığının erken çağının
düşünceleriyle direk ilişkilidir. Bunlar Kuran teolojisinin çekirdeğini teşkil
ederler. Zaman içerisinde ama diğer başka materyallar da eklendi.
Sikkelerin ve Yazıtların
Tanıklığı
O zamanların tarihini tekrar yapılandırmak için eşzamanlı
çokca sikke ve bir kaç tane yazıt mevcut (11). Bunlar, kısıtlı da olsa, o
zamanın olaylarını belgelendiriyorlar. Sikkelerin çoğunluğu yapıldıkları yeri
bildiriyorlar ve tarihlidirler. Sikke tarihleri başlangıçta yerel sayılmalara,
ama kısa süre sonra "Araplara göre" belirlenmiş. Muaviyenin
Arap sayımına göre 42 (MS 663)
yılında Galilede tamir ettirdiği Gadara Ilıcalarında bulunan
ve bir haç işaretiyle başlayan bir yazıtta üç tane tarihleme belirtiliyor:
Bizansların vergi yılına göre, Şehrin tarihine göre ve "Araplara
göre". Buradan anlaşılan "Araplara göre" birinci yıl
622 yılı olup Güneş Yılına göre sayılıyor.
622 yılı neden bu kadar önemliydi? Bu yıldaki bir Hicret
ancak 9. yüzyılın kaynaklarında geçiyor. Daha önceki yıllarda Sasani Kralı
Chosrau II Pers İmparatorluğunu genişletebilmişti. Bizans İmparatorluğunun
doğu bölgelerini fethetmişti: Fıratın batısında Suriyeyi, Filistin'i,
Anadolunun büyük bölümünü, Arap Yarımadasını ve Mısır'ı. Bizans İmparatorluğu
artık kendi bölgesinden kovulmuş gözüküyordu. Ama gelişmeler beklenilenden
değişik oldu: Genç
Bizans Kralı Heraklios 622 yılında Perslere karşı
beklenilmeyen bir zafer kazandı. Bu Sasani Krallığının kısa süreli olmasına
neden olan diğer askeri başarıların başlangıcıydı.
Hearklios bu zaferi, kendi tarafına çekebildiği, hem batı
Suriye hem de İran Krallığında uzun süredir yerleşik Araplardan oluşan
birliklerlerin yardımıyla kazanmıştı. Bu başarısına rağmen, tekrar ele
geçirdiği bu eski roma bölgelerini direk olarak kendi hükümranlığı altına
almadı, bu bölgelerin kontrolünü kendilerini Confoederati (Arapca Quraisch)
(Ç.N.: Küreyş) olarak gören Arap yöneticilerine teslim etti. 622 yılı, Roma
İmparatorluğunun doğu bölgelerinde başlayarak, Arapların kendi yönetimlerinin
ve Arap zaman sayımının başlangıcı oldu.
İkinci bir durağı ise 641 yılı temsil ediyor. İki olay
önemliydi: Heraklios tarafından zayıflatılmış olan Pers İmparatorluğu
parçalandığından Fıratın doğu tarafında yaşayan Arap kabileleri hükümranlığı
ellerine geçirebilmişlerdi. Aynı sene içinde Bizansda Heraklios ölmüş, eşi ve
oğlu yeni kral tarafından sakatlanarak sürülmüşlerdi. Heraklios ve ailesine
sadık olan eski bizans bölgelerinin Arapları artık kendilerini krala bağlı
hissetmeyip bütün hükümranlığı üslendiler.
Bu yeni egemenliğin sembolü olarak 641 yılında ilk sikke
çıkarımı başladı. Bu sikkelerin motifleri hristiyanlığın etkisindeydi: Haç,
uzun haçlarla krallar veya yanlış anlaşılmaya yer vermeyen başka semboller.
Anlaşılan o ki, yeni semboller kullanmak için neden yoktu.(12). Önce doğuda
daha sonra eski Pers İmparatorluğunda hüküm süren Arap kralı Muaviyeydi ilk
hükümdardı. Bir hıristiyan devlet başkanı. Hangi hıristiyanlık akımına bağlı
olduğu bilinmiyor.
Toleranslı birisi olması gerek. Çünkü Suriye hıristiyanları
tarafından da övülüyordu. Doğu Suriye Patriği İsoyaw III (ölümü 659) "Din
huzur içinde ve çiçek açıyor."(13) diyordu.
Şimdiye dek bilinen ve üzerinde MHMT yazan ilk sikke "Araplara
göre" 38 yılında (MS 659), Mezopotamyanın uzak doğusunda bastırıldı.
Bu günden sonra bu parolayla çıkarılmış sikkeler, hem coğrafya olarak hem zaman
olarak doğudan batıya yayıldılar. Anlaşıldığına göre, geleceğin Abdulmelik'inin
geçeceği rota üzerinde, doğudan başlayıp Mezopotamya'da, Filistin'de ve
Kudüs'de bastırılmaya başlandı. Batıya geldiğinde, göze
çarpan yerinde MHMT yazan çok dilli sikkelerin kenarlarında muhammad açılımı
yer almaya başladı.
Kısa süre sonra ise MHMT yerini muhammad’a bıraktı.
Kim bu muhammad?(14) Arapca "yüceltilen/övülen
(benedictus) veya "yüceltilesi/övülesi" anlamına geliyor. Hıristiyan
sikke motiflerinde İsa için kullanılan bir sıfat. Bu anlama tarzı 691 yılında
Abdulmelik tarafından yaptırılmış olan Kubbetüs Sahra’nın (Ç.N:: Kaya Kubbesi)
yine kendisi tarafından içine yerleştirtilmiş olan yazıt tarfından da
destekleniyor. Bu yazıt tek ve benzersiz Tanrıya şahitlikle başlıyor ve eski
Hristiyanlık inancı çerçevinde devam ediyor; "Övülesi (muhamad[un]) Tanrı
kulu/hizmetcisi (‘abd allah) ve onun elçisi (...). Çünkü mesih İsa, Meryemin
oğlu, Tanrının elçisi ve sözüdür."
İsanın Tanrı Oğulluğu reddediliyor(15). Bu; Kuranın
önermesine de denk geliyor.
Kubbetüs Sahranın içi düzlenmemiş. Ziyon Dağındaki kayanın
tepesini çatı gibi örtüyor. Bu ise; Suriye teolojisinde, mesela Aphrahata göre
(ölümü 345) bir İsa sembolüdür: "Şimdi kaya üzerinde belirtilen dine
ve kaya üzerine kurulu binaya kulak verin(...). İsa, peygamberler tarafından
kaya diye adlandırılan (...).(16)"
Artık Abdulmelikin sikkelerindki haç motifleri yerini kaya
gibi İsa motiflerine terketmeye başladı; Bizans ve Suriye hıristiyanlarından
farklı olan bir Arap krallığı işareti/sembolü.
Muhammad terimi başlangıçta, - tıpkı ‘abdallah sıfatı
(Tanrının kulu/hizmetcisi) peygamber, elçi, mesih terimleri gibi – bir
hristiyan ünvanıydı. Daha sonraları mumammad temsil ettiği İsa'dan koptu,
ayrıldı. Bu iki diğer gelişme ile de gözetlenebilir: 707/708 yıllarında Şamda
yapılan Emevi Camisi (Ç.N.: Mescidel-
Emeviyye) ve 756 yılında Medinede kurulan Kutsal Mabedin
yazıtları
Kubbetüs Sahranınki ile formal olarak benzer yapıdadır: Tek
olan Tanrı övüldükden sonra, muhammada, Tanrının kulu/hizmetcisine ve elçisine
şehadet edilir. Ama Kubbetüs Sahrada olduğu gibi İsa, Meryemin oğlu, açıkca
anılmaz.
Oralardaki formüle etmeler, Kudüsdeki teolojiyle benzer olsa
da, direk İsa ile ilişkili değildir. Benzer olgu sikkelerde de mevcuttur.
Onların kaya sembolleri mesela haç işaretlerinde olduğu gibi, artık açıkca
hristiyanlık olarak göze çarpmıyordu. Muhammad'ın mihenk noktası artık yoktur.
İzole edilmiş bu terim artık, yeni "materyal"ile doldurulabilinirdi.
O, ilk olarak 8. yüzyılın ilk yarısında, bir arap peygamberi
görünümde tarihleştirildi. En eski kaynak olarak Şamlı Johannes bir yalancı
peygamber
Ma(ch)medden bahsediyor. Daha sonraları, 9. yüzyılda, yine
bir hıristiyan ünvanı olan ‘abdallah, Tanrının kulu/hizmetcisi, Muhammedin
babası olarak tarihleştirildi: Abdullahın oğlu Muhammed. Bu zamanda başlangıç
olayları da
Arapların etnik yurdu olan Arap Yarımadasına kaydırıldı(17).
Bu konuda yardımcı olan bir olgu da, Kuran materyalleriyle direk bağlantısı
olduğu halde artık çoktanberi mevcut olmayan Mezopotamyanın Arabiya Krallığı
veya
Bizansın provencia Arabiası ve fakat Kuran’ın bu bağlantıyı
anımsar olmasıydı.
Muhammad hıristiyanlığı ve Kuran hareketinin başlangıcı ,
sikkelerin şahitliğine bakıldığında, Mezopotamyanın uzak doğusundan
kaynaklanıyor. Buna temeli
Eski Suriyece ( Aramca) olan sözlerin/önermelerin yazı
şekilleri de işaret ediyor.
8. yüzyılın ikinci yarısından 9. yüzyılın başına kadar geçen
zaman için de kaynaklar az.Bir çok bölgede zaman zaman gevşek olsa da Arap
Egemenliği artık yerleşiyor. Sikkelerin ve yazıtların üzerindeki semboller
apokaliptik programlardan çıkmış izlenimi veriyorlar. Buna paralel olarak,
günlerin bittiğinde ortaya çıkacak olan kurtarıcıyı (İsa?) atıflayan hıristiyanlıkdan
motiflenmiş mehdi düşünceleri ortaya çıkıyor. 9. yüzyıl literatüründe sayılan
fakat sikkeler tarafından desteklenmeyen, mesihi adlandırmalar halifelerin
isimleri olarak yorumlanıyor. Bu sembolik terimler kişi isimleri mi yoksa bu
isimlendirmelerin arkasında anonim hükümdarlar mı yatıyor? 8. yüzyılın sonunda
ilk olarak Mekke göze çarpıyor. Mekkede yapılan ilk sikke hicri 203 tarihli.
Peşinden hicri 249 ve 253 tarihliler geliyor. Nihayet bu zaman civarında
İslam kendi ayakları üzerinde duran bir din olarak ortaya
çıkıyor ve daha önceleri Panteteuchun (Ç.N.: Musaya atfedilen 5 kitap)
yazarlarının İran tarihinin araçları ile ayrıntılı bir şekilde yaptıkları gibi,
kendisini daha eskilerde çıkmış gibi gösteriyor(18). Bu zamanda yapılan okullar
da da Perslerin geleneklerini andırıyor(19).
Kuran Hakkında Birkaç Not
Tarihi belirlenmiş en eski tam teşkil Kuran 870 yılından
kalma. Ama, çoğu 8. yüzyılın ikinci yarısından kalma parçalar halinde el
yazmaları da mevcut. Bu parçalar, sure sıralamasındaki değişiklikleri ve bazı
diğer özellikleriyle, Kuranın bu zaman içinde henüz tamamlanmamış olduğunu
gösteriyor. Herşeyden önce ama, "defektif" diye anılan
şekilde yazılmış : Bütün Sami yazılarında olduğu gibi sesli harfler mevcut
değil, bunlardan ayrı olarak sessiz harfler de tek anlamlı değiller. Arapca 28
tane sessiz harf tanıyor ama, bunların sadece yedi tanesi yanlış anlaşılmayacak
harf işaretine sahip. Diğer bütün sessiz harfler çok anlamlı olup anlamına
ancak seslendirme işaretleri ile karar veriliyor; üstüne veya altına konulan
birden üçe kadar noktalarla. Eski el yazmalarında sesli harfler bulunmadığı
gibi hemen hiç seslendirme işaretleri de mevcut değil. Bazı harflar iki ile beş
arasında anlamlara gelebiliyor. Mesela r veya g, r veya z, b veya t gibi.
Yazının okunması ve tabi anlamı bir çok yerde belirsiz oluyor.
Ancak 9. yüzyıl süresinde bu yazılara seslendirme işaretleri
ve sesli harfler eklendiler(20).
Her şeyden önce Christoph Luxemberg'in dil bilgisi temelinde
yaptığı araştırmalar şimdiki Kuranın Eski Suriyece ve Arapcanın eşit yoğunlukda
kullanıldığı bir bölgede yazılmış olduğunu gösterdi. Arapca yazılmış Suriyece
sözler olarak okunduğunda Kurandaki bir çok muğlak anlamlı noktalar anlam
kazanıyordu. Böylece Kurandan, tamamen yeni ve çoğunlukla Hristiyanlığa dayanan
önermeler ortaya ortaya çıkıyordu.
Christoph Luxemberg yeni çalışmaları – ampirik denilecek
kadar – Kuranın Arapca yazılmış halinin temelini Suriyece alfabesi
oluşturduğunu gösteriyor(22). Suriyece ve Arapca yazılarda kullanılan birbirine
benzeyen fakat farklı sessiz harflerin el yazmalarında birbiriyle karıştırılmış
olabileceğini de göz önüne alarak, kopyalama hatalarının mevcut olduğunu
gösteriyor. Ancak bu birbirine karıştırma hataları düzeltiğinde anlam ifade
eden kelimelerle okumak mümkün oluyor.
Bu bilgi, teolojik ve nümizmatik araştırma sonuçlarıyla birleştiririldiğinde,
Doğu
İrandaki eski Suriye cemaatının, çerçevesi henüz tam belli
olmayan bir Kuran önermeleri/sözleri kataloğu oluşturduğu anlaşılıyor. Bu
önermelerin görevi Tevrat ve Evangelizmi yorumlamak ve benzerliklerini (islam)
göstermek olsa gerekdi. Jan M.F. Van Reet’e göre bu görev için Doğu Suriye
Teolojisi
Okullarında özel öğretmenler dahi vardı(23).
Bu Kuran Sözleri, artık Arapca dilli hristiyanlar
tarafından, batıya getirildi ve Abdulmelik ve peşinden gelen Velid'in
zamanında, eski Suriyece-Arapca karışımı bir dille , ama Arapca yazısıyla
yazıldı. Nihayet son aşamada, defektif yazılmış olan Kurana, muhtemelen ek
önermeler/sözlerle, 9. yüzyılın sonlarına kadar sesli harfler ve seslendirme
işaretleri eklendi ("Plene Yazma Stili"). Fazla bir değişikliğe
uğramayan alfabe işaretlerinin (rasm) yorumu artık İslam anlayının
etkisindeydi. Kuran bu son aşamasında, "arkeolojisi ve anlaşılmayan bazı
yerleri göz ardı edildiğinde, artık bir İslam kitabıdır.
Geri dönüp baktığımzda; eş zamanlı kaynaklar göze
alındığında ortaya çıkan görüşler göre, çok sayıda geleneksel
pozisyonun/görüşün düzeltilmesi gerektiği bunların İslam Bilimlerinde
tartışılması gerektiği ortaya çıkıyor. Başlangıcın tarihi şartlarının göz önüne
alınması, dogmaların gevşemesi ve moderne doğru atılması gereken bir adım
anlamında, bilinçlenmenin Hıristiyanlığa etkisinde görüldüğü gibi, gerekli bir
şans kapısı açabilir.
1- Hans Zirker, Christentum und Islam. Theologische
Verwandtschaft und Konkurrenz, Düsseldorf 1989, S. 79.
2- Rudi Paret, Vorwort, in: Der Koran. Übers. und hrsg.
von Rudi Paret, Stuttgart-Berlin-Köln-Mainz (1979), 20049, S. 5.
3- Carl Heinrich Becker, Grundsätzliches zur
Leben-Mohammed-Forschung, in: Ders., Islamstudien. Vom Werden und Wesen der
islamischen Welt, Bd. 1, Leipzig 1924, S. 520f.
4- Josef van Ess, Theologie und Gesellschaft im 2. und
3. Jahrhundert Hidschra. Eine Geschichte des religiösen Denkens im frühen
Islam, Berlin, Bd. 1: New York 1991, Vorwort VIII.
5- Vgl. zu diesem Fragenkomplex Karl-Heinz Ohlig,
Hinweise auf eine neue Religion in der christlichen Literatur "unter
islamischer Herrschaft", in: Ders. (Hrsg.), Der frühe Islam. Eine
historisch-kritische Rekonstruktion anhand zeitgenössischer Quellen, Berlin
2007, S. 223 - 325.
6- Vgl. Ders., Ein Gott in drei Personen? Vom Vater
Jesu zum Mysterium' der Trinität, Mainz-Luzern 20002, S. 40f.
7- Paul von Samosata, Aus dem Hymenäusbrief, in:
Friedrich Loofs, Paulus von Samosata. Eine Untersuchung zur altkirchlichen
Literatur- und Dogmengeschichte, Leipzig 1924, S. 324.
8- Ders., Fragmente aus dem Synodalbrief, 5, in:
F.Loofs,ebd., S. 331.
9- Aphrahatis Sapientis Persae Demonstrationes 17, 3.4.
Deutsch in: Aphrahat, Unterweisungen, aus dem Syrischen übersetzt und
eingeleitet von Peter Bruns (Fontes Christiani, Bd. 5.1), Freiburg-Basel-Wien
u.a. 1991, S. 419f.
10- Vgl. Erich Kettenhofen, Deportations II. In the
Parthian and Sasanian Periods, in: Eshan Yarstater (Ed.), Encylopaedia Iranica,
Vol. VII, Fascicle 3, Costa Mesa, Cal. 1994, S. 298 - 308.
11- Vgl. zum Folgenden vor allem: Volker Popp, Die
frühe Islamgeschichte nach inschriftlichen und numismatischen Zeugnissen, in:
Karl-Heinz Ohlig/Gerd-R. Puin (Hrsg.), Die dunklen Anfänge. Neue Forschungen
zur Entstehung und frühen Geschichte des Islam, Berlin 20073, S. 16 - 123;
Christoph Luxenberg, Neudeutung der arabischen Inschrift im Felsendom zu
Jerusalem, in: ebd. S. 124 - 147; Volker Popp, Von Ugarit nach Sâmarrâ. Eine
archäologische Reise auf den Spuren Ernst Herzfelds, in: K.-H. Ohlig (Anm. 5),
S. 13 - 222.
12- Die These, Münzprägungen seien konservativ und
verwendeten alte Symbole weiter, gilt nur innerhalb fortdauernder
Traditionszusammenhänge. Hätte es einen ideologischen Bruch - den Wechsel vom
Christentum zum Islam - durch islamische Eroberungen gegeben, wären die Münzen
anders, im Sinne der neuen Religion, gestaltet worden.
13 'Iso'yaw patriarachae III. Liber epistularum (CSCO, Vol.
12, Scriptores Syri II, tomus 12), S. 172.
14- Vgl. zu Folgendem Karl-Heinz Ohlig, Vom muhammad
Jesus zum Propheten der Araber. Die Historisierung eines christologischen
Prädikats, in: Ders. (Anm.5), S. 327 - 376.
15- Ich beziehe mich auf die Dokumentation und
Übersetzung der Inschrift von Christoph Luxenberg, Neudeutung der arabischen
Inschrift im Felsendom zu Jerusalem, in: K.-H. Ohlig/G.-R. Puin (Anm. 11), S.
124 - 147.
16- Aphrahat (Anm.9). Er führt noch viele
alttestamentliche Stellen an, in den von Stein/Fels die Rede ist; alle diese
Stellen deutet er christologisch.
17- So auch Patricia Crone, What do we actually
knowabout Mohammad?
www.openDemocracy.net(31.8.2006).
Sie nimmt allerdings fälschlich die Gegend um das Tote Meer als Entstehungsort
des Islam an.
18- Vgl. Ignaz Goldziher, Islam und Parsismus
(Islamisme et Parsisme), deutsch in: K.-H. Ohlig (Anm. 5), S. 418.
19- Vgl. I. Goldziher, ebd., S. 419f.
20- Vgl. Karl-Heinz Ohlig, Weltreligion Islam. Eine
Einführung, Mainz - Luzern 2000, S. 60 - 67.
21- Vgl. Christoph Luxenberg, Die syro-aramäische
Lesart des Koran. Ein Beitrag zur Entschlüsselung der Koransprache, Berlin
20073.
22- Vgl. Ders., Relikte syro-aramäischer Buchstaben in
frühen Korankodizes im higasi- und kufi-Duktus, in: K.-H. Ohlig (Anm. 5), S.
377 - 414.
23- Vgl. Jan M. F. Van Reet, Le coran et ses scribes,
in: Acta Orientalia Belgica (hrsg. von C. Cannuyer), XIX: Les scribes et la
transmission du savoir (volume édité par C. Cannuyer), Brüssel 2006, S. 67 -
81.
T.D Sitesi